Uzaktan öznel gözlemler

Valie Djordjević, Haziran 2016

Kadıköy rıhtımında havaalanı otobüsünden indiğimde her şey üç yıl öncesiyle aynı görünüyor.
 Rıhtıma bakan binaların duvarlarındaki devasa reklam tabelaları (cep telefonu, bir giyim markası, herhangi bir banka); otobüsler karmaşa içinde Kadıköy yakasının yerleşimlerine doğru yola çıkıyor, simitçiler müşteri çağırıyor, çiçekçi kadınlar müşteri bekliyor, gençler rıhtımda takılıyorlar, konuşuyorlar, kaykaya biniyorlar veya sanat yapıyorlar. Bütün bunlar başka bir büyük kentte olabilirdi. Buna rağmen, manzara ve müzik tamamen İstanbul’a özgü. Deniz kıyısındaki ışıklar mı, insanların yüzleri mi, evler mi yoksa ışıklı caddeler mi farklı olan? Yoksa yiyecek için kapışan ve boğuk çığlıklar atan martılar mı? Yoksa tuzlu suyun kokusu mu?

Bu arada, ekim ayının sonuna kadar kentin çeşitli bölgelerinde uluslararası sanat eserlerinin sergilendiği 2015 İstanbul Bienali’nin ismi de „Tuzlu Su“. Tuzlu su kentin çeşitli bölgeleriyle oralarda yaşamış ve yaşayan insanları birleştiriyor. Tuzlu su, henüz çok yeni olan yüzyılımızın en büyük trajedilerinden birisine sahne olan Akdeniz‘in de bir özelliği.
Pek çok insan bu trajedi nedeniyle evini geride bırakıp savaş ve yıkımdan kaçmak zorunda kaldı. 2015 vatanlarını terk eden Suriyelileri Avrupa’nın artık görmezden gelemediği bir yıl oldu. Onlar uzun zaman önce İstanbul‘a gelmişlerdi bile; Tarlabaşı gibi semtlere, Sultanahmet’te sokak köşelerine, Kadıköy ve Eminönü iskelelerine.

Bunun hemen yanında İstanbul’dan başka bir manzara: Giyim (H&M, Mango, Zara), lüks tüketim ürünleri, elektronik eşya mağazaları ile dolu alışveriş merkezleri ile banka ve finans kuruluşlarının bürolarının yer aldığı gökdelenler. Yüksek binalı yerleşimlerde, sabahları servis otobüsleri ile klimalı işyerlerine giden ve akşam aynı şekilde geri dönen orta sınıf yaşıyor. Bu bloklar çitlerle çevrilmiş ve güvenlik sistemleriyle gözetim altında (orta sınıf için siteler). Otoyol ağı (devam eden üçüncü köprü inşaatı) kentin parçalarını birbirine bağlayan damarlar.

Kent araştırmacısı Orhan Esen, şehir turu esnasında toplumdaki iki çeşit yükselişten söz ediyor. İlki klasik eğitim yolu ile yükseliş. Aileler çocuklarını, belki her gün servis otobüsüyle bir saat gidiş bir saat geliş süren, kentin öbür ucundaki iyi bir okula gönderiyorlar. Çocuklar iyi bir eğitim alıp, avukat, mimar, doktor gibi makul meslekler edinerek toplumsal başarının yıldızları oluyorlar. Diğer tarafta sokaktan yetişme erkekler var, kendilerini kabul ettirmiş ve kendi ilişki ağlarını kurmuş. Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan gibi erkekler.

Orta ve üst sınıftan oluşan bu kesim evden okula, işyerine, alışveriş merkezlerine ve oradan yine eve şeklinde belirlenmiş yaşam alanlarında birlikte yaşıyor. Beklenmedik ya da tehlikeli olabilecek her şeyi yok sayan, kentin indirgenmiş hali.

„Başka hiçbir kentte bu kadar güvenlik korkusu yok“ diye anlatıyor Orhan Esen. „Ama istatistiklere bakarsak İstanbul dünyanın en güvenli kentlerinden biri. Hissedilen güvensizlik duygusu artmış durumda. Başka hiçbir yerde insanlar bu kadar korkmuyorlar. Neden korkuyorlar belli değil; modern dünyadan, neoliberalizmden ya da beklenen büyük depremden?“ Bu korkunun tek geçerli nedeni son aylardaki terör saldırıları olabilir. İstanbul’da son zamanlarda üç saldırı gerçekleşti: Ocak 2016’da 12 kişi Sultan Ahmet Meydanı‘ndaki, Mart 2016’da 5 kişi alış-veriş caddesi İstiklal’deki patlamada, kısa süre önce de 41 kişi Atatürk Havalimanı’ndaki terör saldırılarında hayatını kaybetti. Böyle bir tehdit karşısındaki bir kent nasıl bir değişim geçirir?

Bütün bunların fotoğraf ile alakası ne şimdi? Anlatayım. Bütün diğer büyük kentler gibi İstanbul da bir bütün değil, aksine yan yana ya da biri diğerinin altında kentlerden oluşuyor. Birbirine paralel, görünen ya da görünmeyen pek çok kentlerden. Bu çeşitliliği nasıl hikaye etmeli, hikayeleri nasıl fotoğrafa dönüştürmeli? İnsanlara nasıl yaklaşmalı, sömürgeci, üstten bir bakıştan kaçınarak? Fotoğraf gurubumuzda çok konuştuk; bir yabancı olarak nasıl bu kenti birazcık da olsa anlayabilir, fotoğraflarımızda nasıl onun ruhunu az da olsa yakalayabiliriz. Nasıl, egzotik, yabancı, oryantalist resimlerden kaçınabiliriz.

Berlin’de kendimizi bunlara hazırladık ama teori hiçbir zaman gerçeklerle tamamen örtüşmez. Bu kent ise gerçek, hem de bütün karşı konulmazlığıyla. Kentin güzellikleri sokakların gizli köşelerinde üzerimize hücum ediyor. Kadıköy yakasında, Gülsuyu-Gülensu mahallesinin tepesinden inanılmaz bir Marmara manzarası var. Spekülatörler için birinci sınıf bir inşaat arazisi. Aktivistler bu semt için belediye ve yatırımcılarla iyi bir anlaşma yapmaya çalıştıklarını söylüyorlar. Semt sakinleri buradan kovulmak istemiyorlar. Yerel belediyeye karşı başarıyla direniyorlar. Semtte yeni ve büyük binalar inşa edilecek ama onlar burada kalabilecekler. Bu iyi habere rağmen yine de Gülsuyu-Gülensu‘da bazı şeyler değişecek. İki, üç belki beş yıl sonra buralar nasıl yerler olacak? Lüks apartmanlar? Siteler?

Bugün tepeden aşağıya doğru yürüdüğünüzde tipik gecekondu yapılarını görüyorsunuz; müstakil, tek katlı evler. Sebze bahçeleri ve arı kovanlarının bulunduğu yeşil alanlar var. Çocuklar futbol oynuyor. Güneş iniş çıkışlı çatılardan kübik bir tablo yaratıyor. Duvarlarda sol içerikli sloganlar. Bu sloganlar daha sonra Ataşehir’de karakolda gözaltına alınmama sebep oldu. Ataşehir’de farkında olmaksızın polise ait bir binanın fotoğrafını çektim ve ardından kameramı kontrol etmek isteyen polisler Gülsuyu-Gülensu fotoğraflarını gördüler. Gülsuyu-Gülensu duvarlarındaki sloganları yazan gruplar yasaklanmıştı. Fotoğraf çekerken bunları bilmiyordum. İstanbul istediğini söylemenin, istediğin gibi yaşamanın giderek daha çok kısıtlandığı bir ülkedeki bir kent.

Bazen bir fotoğraf binlerce sözcükten daha çoğunu söyler. İstanbul’u anlatmak için binlerce fotoğrafa ihtiyacım var ve dünyanın bütün sözcükleri yan yana gelse yetmez bana.